“Ölmek üzereydi, öldürdüğü insanların aileleri hesap bile soramadı bu lanet adamdan, ” dedi, bunu duydum. Ancak tepki veremiyordum, bitkisel hayata geçmiştim sanki ha.
“Artık fişini çekmenin zamanı gelmedi mi artık?”
“Artık fişini çekmenin zamanı geldi.”
“Bunu yaparsak teknik olarak katil oluyoruz, değil mi?”
“Hayır… O zaten yaşayan bir ölü, ” dedi. Bunu da duydum, tepki vermeye çalışıyordum fakat sinirlerim çalışmıyordu.
Bulunduğum yere beyin odası deniyordu. Burada bazı şeyleri kontrol edebilirim. Şimdi nöronlar içinde dolaşma vakti, fakat buradan dışarı da çıkamam. Sadece üstte bir damar var ve oradan bazen paketlenmiş gıdalar düşüyor ve ben onları yiyorum. Fişim bana gerekli enerjiyi sağlıyor fakat “Ya elektrikler kesilirse? Ya olmayan jeneratör çalışmazsa,” diyebilirdim. Nöron odası… Gerçekten çok karışık görünüyor.
Her neyse, hadi şu televizyona bakalım.
“Eski yaşantından bazı kareler görüyorsun, mesela sokakta yere tükürdüğün bir an, iğrenç olabilir ve bu yüzden tarafından cezalandırılacaksın. Senin yüzünden bisikleti kayıp yere düşen birisi, işte burada. Senden hesap sormak istediği için gönderdim,” dedi Tanrı.
“Bunu neden yaptın? Senin yüzünden bisiklet, testislerimi patlattı ve bu yüzden onlarca dikiş yedim! Seninkinin de patlamasını ister miydin ha,” dedi bisikletçi.
“Neden ‘Tanrı’nın Saygı Kitabını’ okumadığını sorabilir miyim? Bunu yazmak neredeyse 1 ömrüne eş değerdi, bu sebeple fişin çekildiği an cezalandırılacaksın. Bu zamanını iyi değerlendir,” dedi Tanrı bana.
Aah! Madem fişimin çekilmesine kadar vaktim var, neden benim popoma tekme atıyorsun ha!?
“Öldürdüğün her insan için,” dedi Tanrı. Ben kimseyi öldürmedim.
“Alzheimer var olduğundan olabilir mi,” dedi Tanrı: “Son vakitlerin hakkında biraz zevk almaya ne dersin?”.
Bu iyi olurdu, lütfen fişimi çekmelerine izin verme!
“Dünyayı tam olarak bağımsız ve özgür kıldım, bunu yapamam. Yapsam dahi yakın zamanda olacak Güneş patlaması siz dünyalıları da etkileyecek ve büyük ihtimalle yok olacaksınız,” dedi Tanrı.
“Bugün içinde fişini çekeceğiz. Dünya tarihine geçmiş bir diktatör olarak anılacaksın, lanet olası adam. Benim annem ve kardeşimi öldürdün, kamplarda!” dedi, bunu duydum. Ancak ben sıradan bir hayat yaşadım ve öldüm, belki de ruhumun saplandığı beden bana ait değildir ve ben daha önceden ölmüşümdür diye düşündüm.
Fişim kesilmeden buradan kurtulmalıyım, Tanrı beni izliyorsun değil mi? Buradan nasıl kurtulacağımı biliyorum, halk ağzıyla ‘üçüncü göz’ olarak bilinen epifiz bezi.
Orası beni kurtarabilir ancak bu bez gün geçtikçe evrimleşerek köreliyor. Az kullanılmasının bir sebebi olduğunu tahmin ediyorum.
Şimdi şu nöron odasından çık ve talamusu bul. İşte oraların arkasında bir yerde olmalı! Tanrı sesimi duyuyor mu?
“Evet duyuyorum, kaçman için tek bir fırsatın var. Eğer kaçabilirsen, bağlanabileceğin bir beden için mezarlıklara gitmen gerekecek,” dedi.
Mezarlıklar… Mezarlıklara mı? Peki ben kaçtığımda bu bedene ne olacak?
“Tam olarak ölecek. Sıradan birisisin ve bu yüzden beyninin hiçbir değeri yok,” dedi Tanrı.
Buna üzüldüm diyemem, sadece buradan çık…
Şu küçük bez, buldum onu, kapısı kilitli! Tanrım, lütfen bana şifreyi söyler misin, burada tüm şansımı kullanacağım!
“Şifren soyadının ilk 4 harfi” dedi Tanrı.
A… Ancak bunu ben bilmiyorum?
“Çünkü Alzheimer seni de vurmuş,” dedi Tanrı.
“Alzheimer de nedir,” dedim.
“Kapının şifresini unutmandır,” dedi.
“Şifresini tek seferlik bedenine ilettim, tüm haklarını kullandın,” dedi Tanrı.
Ve o şifreyi yazıyordum… Kapıyı açmıştım ve burası aşırı kötü kokuyordu. Önümde 3 tane kapı var ve arkasında da bir tane kapı var. Sanırım arkadaki en iyi seçenek olurdu… Girdim.
“Üç kez ‘exitus’ de ve elini o küçük beze koy,” dedi Tanrı.
“Teşekkürler,” dedim. Exitus… Exitus… Exitus…
Aah! Çıktım, bir anda çıktım! Çok değişik bir duygu, burada yeterli besin yok. Bedeni bulamazsam, sanırım öleceğim.
Şimdi etrafa biraz bakalım… Şu kapıdan geç… Burada bir hasta görüyorum, bir makineye giriyor… Şimdi ölülerin olduğu yeri bulmak zorundayım… İşte yaklaştık gibi! Birkaç beden görüyorum, bir tanesi resmen beni içine çekmeye çalışıyor! Bunu durduramıyorum, aah!
Burası da neresi? Kim bu adam?
“Senin annen,” dedi Tanrı. Bu çok ilginç olurdu, oysaki…
“Seni ancak annen ve baban ruhunun içine çekebilirdi,” dedi: “Annen seni göğe çıkarmamı istiyor”.
Bunu reddedemezdim, tamam!
Göğe yükseliyordum ve acayip değişik bir histi, aşırı kuvvetli bir çekim gücü… Her neyse, burası da neresi?
“Yanındaki annen görüyor musun,” dedi Tanrı: “Annenizden sakladığınızı burada açıklayın”.
“Benden ne saklıyormuş ki,” dedi annem. Hiç… Hiçbir şey…
“Söylemeyeceksen bunu annene ben söyleceğim,” dedi Tanrı.
“Ben söylerim,” dedim: “Anne ben, bedenindeki tabloları gördüm. Onları halen daha mı saklıyordun? Her neyse,” dedim.
“…Ve milyonlarca insanı katlettin, anneni de sen öldürdün,” dedi Tanrı.
“Bu nasıl mümkün olabilir,” dedi annem: “Benim çocuğum nasıl bana düşman olabilirdi?”.
“Ben yapmadım anne, bunu hatırlamam güç olabilir ancak bedenimi birisi ele geçirdi ve elimdeki tüm yetkileri kullandı. Ben giremiyordum bedenime, ta ki bedenimi bitkisel hayata sokana kadar… O zamana kadar yan odadaki bitkisel hayattaki adamın bedenindeydim…
İçimi öyle bir kirletmiş ki, floroantimonik asit döksem bedenime sanırsam pisliğimi eritemeyecek kadar kalın… Lütfen dediklerimi teyit edin,” dedim Tanrı’ya…
“Bu dediklerin doğrudur, bu yüzden seni sadece yere tükürmenden ve ruhunu koruyamamandan sorumlu tutacağım. Görünen o ki Tanrı her şeyi bilemez,” dedi Tanrı: “Son sarılışınızdır”. “Sarılalım anne,” dedim.
Her şey bitmişti, “Sonsuzluğun sonu beyninde üretebileceğin kadarıdır” diyerek ayrılacaktık birlikte…
“Sarılmanız bittiyse yeni hayatınızda başarılar, bunu büyük ihtimalle hatırlamayacaksınız” dedi Tanrı…
...
“Sanırım bunu biraz geç yapmam gerekirdi.”